Aksaray Üniversitesi
İletişim Fakültesi
Rektör Prof. Dr. Yusuf Şahin: Gençlerin Özgüveni Yüksek Olmalı

Onu bazen ney üflerken bazen sevdiği bir türküyü söylerken bazen de öğrencileriyle voleybol maçı yaparken görüyoruz. Samimi tavrı ile öğrencilerinin sevgisini kazanan Üniversitemiz Rektörü Prof. Dr. Yusuf Şahin ASÜ İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü öğrencileri ile özel bir röportaj gerçekleştirdi. Prof. Dr. Şahin öğrencilik hayatını ve bu süreçte edindiği deneyimleri öğrencilerle paylaştı.

 

Hocam, Rektör Prof. Dr. Yusuf Şahin’i daha yakından tanımak adına bize kendinizden ve ilgi alanlarınızdan bahseder misiniz?

 

1971 yılında Giresun’un Ülper köyünde dünyaya geldim. İlkokulu Ülperköyü İlkokulunda okudum. Sonra bir sene ara verdim. O günün şartlarında okumak mümkün değildi. Bugünkü gibi herkese nasip olmuyordu. Giresun İmam Hatip Lisesi’ni bitirdim. Sonrasında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni kazandım. Üniversiteye kaymakam olma hayaliyle gittim. Üniversite ikinci sınıftan itibaren kendime yeni bir hedef belirledim. Hedef belirlememdeki en önemli etken ikinci sınıfta İngilizce dersinden kalmış olmam. O dönemde hazırlık sınıfında okuyan bir arkadaşım bana İngilizce dersine çalışmam için bir kitap verdi. Çalışmalarıma devam ettim. Eylülde bütünleme sınavına girdim ve İngilizce sınavından geçtim. Bu dersten geçtikten sonra bende şu duygu oluştu: “Demek ki biraz daha çalışsam ben İngilizceyi halledebilirim.”

 

“MUTLAKA YABANCI DİL ÖĞRENİLMELİ” 

İngilizce, Almanca, Fransızca gibi bir yabancı dil öğrenilmeden üniversiteyi hedefleriniz arasına alabilmeniz zordu. Ankara’da İngilizce kursu bulmaya çalıştım. İki sene İngilizce kursuna gittim. Kendi tecrübelerimden yola çıkarak bir dilin sadece iki gün kursa gidip, üç gün kursa gitmemek ile öğrenilmeyeceğini farkettim. İngilizce kursunu birincilikle bitirdim. Üniversitede İngilizceden kalmış olmam benim İngilizceyi çok iyi öğrenmeme sebep oldu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin ikinci sınıfından itibaren akademisyen olur muyum diye düşünmeye başladım ve üniversite son sınıfta akademisyen olmaya karar verdim. Daha sonraki süreçlerde dil öğrenmenin faydalarını gördüm. 1995 yılında Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak göreve başladım. 2013 yılının başına kadar aynı kurumda çalıştım. Profesörlüğümü de orada aldım. 2013 yılında dekan olarak Aksaray Üniversitesi’ne geldim. 2015’te Rektörlük görevime başladım.

 

“TÜRKÜLERİMİZİ BİLEN ANADOLU’YU BİLMİŞ OLUR”

 

“Dost dost diye nicesine sarıldım

Benim sadık yârim kara topraktır

Beyhude dolandım boşa yoruldum

Benim sadık yârim kara topraktır.”

Şiirini yazan Âşık Veysel Şatıroğlu’nun türkülerini söylerken ve dinlerken ne hissediyorsunuz?  

 

Âşık Veysel sembol bir isimdir. Ben aslında Âşık Veysel ve birkaç isimle başladım. Ama son iki senedir Âşık Veysel’in ötesinde de çok sayıda hem türkü söyleyen hem de türkülere gönül veren kişileri daha fazla dinleme ve anlama imkânım oldu.

Bizim türkülerimizin hikâyesini bilen Anadolu’yu bilmiş olur. Tek bir türkü değil bütün türkülerden haberdar olan bir gencin Anadolu’dan da haberinin olacağını bilmemiz gerekir. Çünkü türkülerimizde hüzün var, sevinç var. Orada aşk var. Ağıt var. Yani sevdiğimize karşı duyduğumuz üzüntü var. Türkülerimizde her şey var. Dolayısıyla türkülere böyle bakıyorum. Türkülerimiz Anadolu’nun özetidir. Az önce ifade ettiğim gibi kaymakam olamadım belki bir karar değişikliğine gittik hayatımızda. Ama kaymakamlarla değişik vesilelerle bir araya geliyoruz. En son sekiz, dokuz ay önce bir araya gelmiştik. Sohbet arasında içinizde Elazığlı olan var mı diye sordum. Sivaslı olan var mı diye sordum. Kaymakamlarımız niye diye sordular. Doğudan batıya, batıdan doğuya geçiş güzergâhlarında veya orta Anadolu’dan kuzeye geçişlerde yanık türkülere daha fazla rastlanıyor. Sivas’tan, Elazığ’dan, Malatya’dan, Kütahya’dan böyle yakıcı türküler çıkmış. Burada esasında türküyle, şarkıyla ilgisiz büyüdüğümüzde bir şeyi kaçırdığımızı fark etmiş oluyoruz. Türkülerimizin bilinmesi ile gittiğin yöredeki insanların temel sorunlarının ne olduğunu, toplumsal sorunların ne olduğunu görmüş oluyorsun. Oradaki insanların çektiği sıkıntıların ne olduğunu, aşklarının nasıl yaşandığını, ağıtlarını nasıl yaktıklarını dinlemiş oluyorsunuz. Dolayısıyla ben her gencimizin üç noktada önemli işler yapması gerektiğini her vesileyle söylüyorum. Bunlardan birisi de sanattır. Sanat deyince sadece türkü söylemek anlaşılmamalı. Öğrencinin sanatın herhangi bir dalıyla ilgili olması bence çok kıymetli bir şey. Yani bir enstrüman çalmak olabilir, ebru sanatıyla, şiirle ilgilenmek olabilir. Bu alanlardan birisiyle ilgili olunması iç dünyamızın derinleşmesi, duygularımızın rafine haline gelmesi bakımından önemlidir. Benim Âşık Veysel’le ilgili türküleri terennüm etmemin bir sebebi de şuydu: Kamu görevlilerinin o aşırı ciddi, resmi olan tutumlarının değişmesi gerektiğine dair de aslında bir mesaj vermek istedim. Bunu yapabildiysem ne mutlu… Müzik benim geç fark ettiğim ama herkese tavsiye ettiğim bir alan.

 

Üniversite okuduğunuz dönemi düşünürseniz, üniversite birinci sınıftaki kendinize neler söylemek istersiniz?

 

Çok şey söylemek isterdim. Muhtemelen sizin ilk yılınızdan farklıdır bizim ilk yılımız. 220 kişilik bir konferans salonunda derse başladık. Derslerimizin çoğu hep aynı sınıfta olurdu. Ben köyden ilk defa büyükşehire gidiyorum. Uzunca bir süre (iki ay, üç ay) sınıfın en gerisinde oturmuşumdur. Bu çok ilginç bir psikolojidir. Benden arkada kimse olmasın gibi bir duyguyla hareket ediyordum. Örneğin en arkada yedinci sırada öğrenci bitmişse, sekizinci sırada oturuyordum. Birinci sınıfın özellikle ilk dönemlerinin bende travmatik etki diyeceğim yanlarından birisi sınıfta kendimi konumlandırdığım yer olmuştu. Vize sınavından sonra ilk açıklanan sınavda ilginç bir biçimde 90 alan üç kişiden birinin ben olduğumu öğrendim. Sınavdan nasıl 90 puan aldığıma anlam verememiştim. Sınıfta 90 aldığım dersten sonra herkes beni tanımıştı.  

Geriye dönüp baktığımda kendi kendime “özgüveni daha yerinde birisi ol” diye bir telkinde bulunmak isterdim. O dönemde “bu insanlar da senin gibi öğrenci; kimsenin senden bir farkı yok, rahat ol” derdim kendime. Üniversitede ilk başlarda biraz çekindiğimi itiraf edeyim. O iki aylık süreç benim için zordu. Özgüvenin yüksek olması kötü bir şey değil. Özgüveni yüksek olan birinin dikkat etmesi gereken nezaket kurallarıdır. Ben dekanımı hiç görmedim mesela. Yine eğitim hayatım boyunca rektörümü de hiç görmedim. Burada sadece rektörü görebilmek önemli değil. Onu görsem konuşma cesareti gösterebilir miydim mesela? Muhtemelen konuşamazdım. O çekingen tutum insanı ister istemez hocanın yanına gitmekten de uzaklaştırıyor. Dolayısıyla bugünkü gençler o anlamda bize göre daha iyiler. Bunu itiraf etmek lazım. Çünkü şimdi televizyon var. Sosyal medya var. Bir öğrenci şimdi nereye gittiğini biliyor. Görsel bir takım imkânlardan yararlanarak gideceği üniversitenin videosuna bakıyor.

Hatırımda iz bırakan anılarımdan biri de ders programında hocalarımızın soyadlarını yazmışlardı sadece. İsimler gözükmediği için soyadları o kadar ilginçti ki daha önce duymadığım hocalarımın Türk olmadığını düşünmüştüm. Sonradan öğrendim ki hocalarım Türk vatandaşı ama soyadları çok bilindik değildi.

Bir diğer iz bırakan anılarımdan biri de ilk dersimize giren hoca “1402’liyim” diyerek derse başlamıştı. Biz de “1402’li ne demek?” diye düşünmüştük. 1980 darbesi sonrasında sıkıyönetim kanunuyla üniversiteden atılan ve bizim gittiğimiz sene tekrar üniversiteye dönen bir hocamızdı. Bu önemli bir şeye sebep olmuş bir rakam. Ama kanun numarası olduğunu sonradan anladık.

 

Pandemi döneminde sosyal medya üzerinden yayınladığınız  “#sahurnöbeti bendeydi” adlı videonuz öğrenciler tarafından çok beğenildi. Hocam, sizi tekrar mutfakta görebilecek miyiz?

 

Ben hep mutfaktayım aslında. Özellikle gençliğimde mutfağa daha fazla girdiğim söylenebilir. Bir rektör olarak değil, bir birey olarak mutfakta ortalamanın üzerinde iş çıkarabileceğimi çok rahatlıkla söyleyebilirim. Hem çorba çeşitleri hem yemek çeşitleri anlamında… Bu videoyu paylaşıp paylaşmama fikri, bizim kuşağın kafasına çok yatan bir şey değildi. Salgın döneminde umut temalı çok şey yapmak istedik. İnsanları hayata bağlayan, daha fazla moralini yüksek tutan işler yapalım dedik.

 

“YENİ NESİL İÇİN SOSYAL MEDYA PAYLAŞIMLARI ÖNEMLİ”

Salgın döneminde öğrenciler için üniversite rektörünün ne yaptığının çok önemli olduğunu öğrendim. Bizim kuşak ve bizden önceki kuşak için “Aile doğallığı içinde yaptığınız işlerin paylaşımına gerek var mı?” ya da “Buna ne gerek var?” gibi zihinlerde sorular oluyor. Ama yeni nesil için bunda bir mahsur olmadığına hatta iyi bir şey olabileceğine dair kanaat hâsıl oldu sonraki dönemde. Bizler yetişme tarzımızın getirdiği kalıpları kıramadığımız için ikinci videoyu yapamadık. Kötü bir şey olduğundan değil… Bizim kuşak bu gibi şeyleri mahrem alan yani ailenin özel alanı olarak kodlamış zihninde. Belki daha fazla bu tür paylaşımlar yapılabilir. Ama bunu yapmak için de bizim kişiliğimizi inşa eden o kalıpların değişmesi lazım. O da kolay değişmiyor.

 

Gençlerle sık sık bir araya gelen, sohbet eden, yemek yiyen, onlarla voleybol oynayan bir rektörümüz var. Bu açıdan kendinizi farklı bir yönetici olarak görüyor musunuz?

 

Öğrencilerimizle değişik vesilelerle bir araya geliyoruz. Mesela öğrencilerimizle ikindi çaylarımız var. Bunu uzun süredir devam ettiriyoruz. İkindi çaylarımızda şunu fark ettik. Samimi olduğumuz zaman öğrencilerimiz bizi anladı, biz de öğrencilerimizi anladık. Öğrencilerimizin önerilerinden hareketle çok şey yaptık. Önerileri gerçekleştiğinde öğrencilerimiz de mutlu oluyor. Ayrıca öğrencilerle tesadüfi yöntemlerle de bir araya geliyoruz.

 

“ÖĞRENCİLERİMİZ KÜLTÜR SANATLA İLGİLENMELİ!”

Hayatımızda üç sacayağı var. Bunu her defasında dile getiriyorum. Birincisi lisans programını bitiriyoruz. Burada akli melekelerimiz yetkin hale geliyor. Daha çok akıl devreye giriyor. İkincisi, kültür, sanat alanında mutlaka bir şeyler yapalım istiyoruz. Üçüncüsü de öğrencilerimizin spor dallarından biriyle ilgilenmesi. Dolayısıyla kendi yaptığım şeyi öğrencilerimize tavsiye ediyorum. Keşke benim rektörüm veya dekanım da bize bu tür imkânları o günlerde gösterebilseydi. Kültür, sanat alanıyla mutlaka ilgilenin! Ekip arkadaşlarımın da benim hakkımda bilmediği bir şeyi burada sizlerle paylaşmak istiyorum. Rektörlüğümüzün ilk yıllarında belirli günlerde yüzüyor idim. Yani bunu hiç paylaşmamıştım daha önce. Salgın döneminde akşam saatlerinde atletizm pistinde yürüyüş yapardım. Şimdi de her hafta voleybol maçı yapıyoruz.

 

Hocam son olarak eklemek istediğiniz bir husus var mı?

Türkiye’de bugün mezun olan birisi 20 sene sonra burayı yönetebilecek. Bütün bunları yaparken bahsettiğimiz üç sacayağının oluşturduğu bir kişilik inşa edelim diyoruz. Akli melekelerde bazen işi çok abartabiliyoruz. Kültür, sanat alanında bence Türkiye’de hâlâ ciddi bir açık var. Dünyanın neresine giderseniz gidin; bizim insan olma vasfımızı sürdüren değerler silsilesi var. Neler bunlar? Nezaket, zarafet, saygı, sevgi, vefa… Bunlar asla eskimiyor. Bu duyguların diri tutulması lazım. Kendi kişiliğimizi inşa ederken, bize faydalı olmasının yanında başkalarına da fayda sağlayacak alana ilgi duymamız lazım. Dolayısıyla hem size hem de bundan sonraki öğrencilerimiz olacak herkese şunu söylemek isterim: Kişiliğimizi inşa edecek kısma daha fazla ağırlık vermemiz lazım. Bu değerleri kaybettiğimizde komşuluk ilişkilerimizi, kültür, sanat alanlarında değerlerimizi gelecek nesillere taşımamız zorlaşır.

 

Hocam değerli vaktinizi ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

 

Röportaj &Fotoğraf: Merve Kılavuz - Emine Nur Küpeli